Dolayısıyla “yanma” tamamen, azaplardan arınma işlevini oluşturan bir “rahmet” mekanizmasıdır. Tıpkı, operatörün merhamet edip kangrenli bacağı kesmesi gibi!
“Zebânî”lere gelince...
Bilelim ki, her ortamın kendine has canlı türleri vardır...
Her gezegenin ve yıldızın, kendine has canlı bilinçli birimleri var olduğu gibi; evrenin farklı boyutlarının oluşturduğu değişik katmanların dahi, farklı canlı türleri vardır; ve bütün bunlar hep bilinçli varlıklardır! İşte bunların hepsi birden din terminolojisinde sadece “melek” kelimesiyle tanımlanmıştır.
Beyinlerimiz genel yapısı itibarıyla, sadece beş duyu dediğimiz “kesitsel algılama araçlarıyla” gelen verileri değerlendirmek için programlanmış olduğundan, algıladığımız kesitin dışında kalan boyutlardan ve bu boyut katmanına ait canlılarından habersiz yaşamaktayız!
Oysa, gerçekte, bırakın başka gezegen ve yıldızlarda yaşayanları; “cin” ismiyle işaret edilen ve her an beyinlerimizi etkilemeye çalışan, aramızda yaşamakta olan canlı türlerinin dahi farkında değiliz!.. Nerede kaldı, başka gezegenler ya da yıldızdakiler!
Her neyse!..
İşte, Güneş’in içinde yaşamını sürdürmekte olan canlılara, bilinçli varlıklara da Kur’ân-ı Kerîm’de “zebânî” denilmiştir!..
Bunlar bir tür “melek”lerdir!.. “NÛR” yapılı olmaları; ve o ortam içinde meydana gelmeleri sebebiyle, diğer ortamlardan oraya girecek varlıklara GÖRE çok zor olan şartlara rağmen; içinde bulundukları şartlardan hiç etkilenmeden; tıpkı bizim yaşayamadığımız su ortamında balıkların yaşaması gibi; Güneş’in çok yüksek radyasyon ortamında doğal hayatlarını sürdürmektedirler...
Çok iri bedenleri ve dışarıdan o ortama gireceklere göre de, çok seri hareket kabiliyetleri mevcuttur!.. Balığın suyu yutup, suyu çıkarması gibi, onlar da “ateş” yerler ve “ateş” çıkartırlar! Oraya gidecek olan gerek insten gerek cinden tüm canlılarla top gibi oynarlar, “Aklınız olsaydı, buraya düşmezdiniz, sizi uyaranlar gelmedi mi?” derler...
Biz, doğal ortamımızda, nasıl gücümüzün yettiğine hükmediyor, kuşu kafese koyuyor, hayvanları kendi anlayışımıza göre terbiye(!) ediyor; ayıların burnuna kanca takıp, “marifet öğretiyoruz” diye kızgın saç üzerinde zıplatıp, yürütüyorsak... “Zebânîler” de kendi doğal ortamlarına dışarıdan gelen varlıkları öylece “terbiye”(!) ederler!..
Ama o insanlar, ya da diğer canlılar bundan azap ve ıstırap duyarlarmış, elbette ki bu onların sorunu değildir!
“Zebânî” denmesinin sebebi, “zebûn edici” olmalarıdır... Ve bu kelime genel olarak sıfatlarından dolayı kullanılan isimdir...
Yani, öylesine güç sahibi, hükmedici ve dilediklerini yaptırıcı varlıklardır ki, onların güçleri karşısında, herkes aşağılanır, ezilir, azap ve ıstırap duyar!..
Tıpkı, burada “cin”lerin hükmüne girip, sersefil sokaklara düşen bir kısım insanlar gibi... Ya da sirklerdeki “terbiyeci”lerin eline düşmüş hayvanlar, ya da laboratuvarlarda kullanılan ve en az bizim kadar yaşama hakkı olan kobaylar gibi!
Öyle ise, yapılacak en iyi iş, o şartlara en iyi şekilde hazırlanmaktır!..
Sanırım, cehennemin “arındırıcı” fonksiyonu ile bir “rahmet” olduğunu; insanların azap duymaları için oraya atılmadıklarını; yanlış düşünce ve duyguları sonucu ortaya koydukları fiillerin, otomatik olarak o ortama gidilmeyi oluşturduğunu, ve azabın da bütün bunların neticesi olarak duyulacağını yeterince açıklamış olduk...
Son bir ilave daha yapalım bu hususa...
Cennete gidecek kişiler, ancak “Allâh ahlâkıyla ahlâklanmış” kişiler olacağına göre, düşünmek zorunludur, nedir “ALLÂH”ın “ahlâkı”..?