“Onu da öğretir!..”
“İşte burası imkânsıza yakın zordur!.. Zira o hareketleri yaptığın zaman öğreneceksin ki, o işleri yapan, her türlü kayıttan ve bağdan bağımsız bir benliktir. Dilediğini yapabilmeye muktedir olan ‘ben’lik yapmaktadır bu işi...
O zaman, o benlik, kimden ne öğrenecektir?.. O benliğin bir şeyi öğrenmesini kabul edersen, bu defa da tanıdığın, o benlik olmaz ve beşeriyet duyguları karışır işin içine ve kayıtlar ve bağlar sürer gider... Böylece gene işler karışır!..”
“Burada mühim olan ne, o takdirde?”
“Mühim olan şu... Önce kendi benliğine tam olarak vukuf kazanabilmek; sonra da dolayısıyla âlemin sırlarına vâkıf olmak!.. Yani, hem öze hem de dışa dönük bir ihâtanın tam olması!.. Bu gerçekleştikten sonra, birtakım fiilleri veya olağanüstünlükleri ister yap, ister yapma... Bu hiç mühim değil!..
Zaten, olağanüstülükleri isteyerek yapma ihtiyacını duymak, beşerî duygular altında ortaya çıkacağı için, çoğu zaman bu gerçekleşmez bile!.. Ve bunu bilen birisi, kendisinden böyle bir talepte bulunulduğunda, karşısındakini çeşitli sebepler ileri sürerek reddeder!.. Olağanüstü durumlar, ancak isteksiz olarak ortaya çıkabilir... Aksi takdirde, mutlaka beşerî duyguların neticesinde olur ki, bu da gerçekleşmez!..”
“Peki tekrar, az önceki noktaya dönelim... Karşımdaki öğreticiye nasıl güvenebilirim, nasıl faydalanabilirim?”
“Evvela şunu bilmelisin ki, özünü bilmek gayesiyle gittiğin kişiden, kendini yetiştirmek için gerekli olan bilgiler dışında hiçbir şey talep etmemelisin. Zira böyle bir talep, sadece kendi kendini aldatmana yol açar!.. Bu gibi taleplere karşı, gerçeğe vâkıf kişi, sadece karşısındakileri çeşitli şekillerde oyalamakla gün geçirir!.. Zira, her insanın hayatı iyi ile kötü, güzel ile çirkin, hoş ile hoş olmayan olaylar arasında geçer gider.
Sen o şahsa, bu yolda başvurduğun zaman, hakikat diliyle dersin ki; ‘Ben oyalanmak, aldatılmak istiyorum... Sen beni avut, oyala, aldat, teselli et’...
O da olaya göre, seni ya oyalamak, ya aldatmak, ya avutmak, ya başından savmak için ‘zamanı değil’, ‘böyle olmasında bir hikmet vardır’, ‘seni imtihan içindir’, ‘yaptığın hatanın cezasıdır’ gibi, olayları birtakım kalıplara koyarak, sunar!.. Ve gerçekte, bunu sen, kendi kendine hazırlamış olursun!.. Oysa, ortada ne ceza vardır, ne mükâfat!..
Diyelim ki bir yolculuğa çıktın, şimdi olduğu gibi vapurla gidiyorsun... Göz zevkini bozan bir harabeyle karşılaşmanı, şimdi beni kızdırmana, ya da çok sevdiğin bir manzarayla karşılaşmanı, beni sevindirmene bağlayabilirim!.. Şayet, sende bu yolda bir eğilim görürsem!.. Ama, gerçekte ise, bu vapurun tabii seyri sırasında görülen manzaralardır o harabe de, hoşuna giden manzara da!..
Bunun gibi, insan, hayatı boyunca çeşitli olaylarla karşılaşır... Gerçekte, bu olaylardan gaye hep, kişinin özünü bulmasına vesile olup, ibret olmasıdır!.. Ama sen kendini, ille de, bunlar benim başıma filanca falanca tarafından geliyor kaydına sokarsan; elbette karşındaki de seni bu yoldan kullanır!.. Ve her bir olayla karşılaşmanı sen ona bağlarsın; o da böylece seni kullanır gider...”
“Ya ne yapmam lazım?..”
“Karşılaştığın bütün olayları, insan bedeniyle yaptığın yolculuğun tabii seyri olarak görüp, iyi−kötü ayırımını kaldırman gerekir ilk başta!.. Böyle yapınca, ortadan kaldırılması icap eden bir şey de görmezsin, o olaydan dolayı başvurulacak biri de!.. Böylece de kendini çok önemli bir şartlandırmadan kurtarır; kendini kayıtlayan en büyük boyunduruklardan birini, ellerinle boynuna geçirmezsin.”
“Ya o kişinin fonksiyonu?..”