“Şartlanma; bölük pörçük bilgi kırıntılarından, kıyaslama yoluyla kendi anlayışına nispetle bir hüküm çıkartıp; bunu başkalarına empoze ederek, onları da o bilgilerle kayıt altına almadır. Şartlanmaya dayanan birikim, tam bir sistem değildir ve cevabı verilemeyen pek çok sorular ihtiva eder. O zaman da dersiniz ki, bugün için bu sorunun cevabını veremiyoruz!.. Oysa şartlanmalardan doğan bilgilerle değil, saf gerçeklerle yürürseniz, eksiksiz bir sistemle karşılaşırsınız; ki bu yoldan neticeye ulaşan bir kişinin, cevabını veremeyeceği soru kalmaz...
Şartlanmış bir insan, tek noktaya doğru derinleşen sorular karşısında bir noktada durur ve cevap veremez hâle gelir... Gerçeği bulmuş kişinin ise, cevap veremeyeceği nokta olmaz... Ne kadar derine dalsanız, o ölçüde cevapla karşılaşırsınız... Bu da onun, bütün sisteme vâkıf olmasından ileri gelir...”
Gönül söze karıştı...
“Şeyy... Şu insana dönsek nasıl olur?.. Şimdi, biz nasıl bir varlığız?”
“Bilin ki, sizin ‘BEN’ kelimesiyle işaret ettiğiniz şey, ne bu et-kemik toplamı olan beden ve ne de ‘RUH’ adını verdiğiniz yapıdır... ‘BEN’ ve ‘BEN’e ait özelliklerin meydana geldiği bu beden, neticede nasıl bu ‘BEN’in özelliklerinin ortaya çıkmasına vesile olan ve bir süre sonra terk edilecek olan bir tür araç ise... ‘RUH’ dahi aynı şekilde ‘BEN’ dediğiniz yapının yüklenmiş olduğu bir araç ya da taşıyıcı gibidir!..
Gerçekte, ‘BEN’ kelimesiyle işaret edilen varlık, öyle bir ‘ÖZ’ varlıktır ki, o ‘ÖZBEN’lik noktasında tüm evren ve içindekiler TEK bir bilinçten ibarettir!.. Ne çare ki, siz, bu ‘ÖZBEN’deki ‘Evrensel Kozmik Bilinç’ düzeyini yaşamaktan mahrum ve perdeli bir hâldesiniz... Ve içinde bulunduğunuz şu şartlanmışlık düzeyinde de bu gerçeği yaşamanız asla mümkün olmaz.”
“Yani ‘BEN’, bilinç miyim?.. Ya ‘Nefis’ nedir?”
“‘BEN’ ile ‘NEFİS’ veya ‘NEFS’ hep aynı şeydir!.. Bilinç!.. Ya da akıl!..”
Gönül sordu:
“‘BEN’ dediğim zaman, aklımı mı kastediyorum gerçekte yani?..”
“Gerçeği bilene göre evet!.. Ama karşısındaki, bu gerçeğe vâkıf olmayan biri ise, o takdirde, o ‘BEN’i, kendi anlayışına, idrakine göre değerlendirir ve ‘RUH’a atfeder, ya da et-kemiğe...”
“Burada demek istediğiniz şu, anladığım kadarıyla,” diye söze karıştı Cem... “‘BEN’ kelimesiyle işaret edilen sadece bir ‘bilinç’... Bu bilinç, aklettiği şeyleri ‘beyin’ ile bir varlık hâline getiriyor ve beden ile de zahire çıkartıyor... Öyle mi?.. Yani, asıl varlık ‘sırf bilinçten’ ibaret oluyor bu hesapça?..”
“Sırf ‘bilinç’ten ibaret, derken bunu, şunun için söylüyoruz... Tâ ki bu varlık, bir ‘biyolojik bedenle’; yahut ‘ruh’ adı verilen ışınsal bedenle kendini kayıt altına almasın!.. Şöyle izaha çalışayım bunu... Akıl, fikir, idrak gücü, hafıza, şekillendirme, hayal, vehmetme ve nefs gibi özellikler burada bir tek!..”
“Bir dakika... Burasını anlayamadım!..” diye Elf’in sözünü kesti Gönül... Kafası karışmıştı... Sorusuna devam etti:
“‘İnsan’ dediğimiz zaman, bunun ‘bilinç’ten ibaret bir varlık olduğunu söylemiştiniz... Şimdi ise bilinçle birlikte idrak, hafıza, fikir, şekillendirme gibi şeyler de saydınız...”
“Evet, gerçekten biraz karışık gelir, ilk defa karşılaştığınız için bu bilgiler... Ne çare ki başka türlü anlatmam çok güç... Bu sebeple biraz daha genişletmeye çalışayım meseleyi...
Size, ‘insan’, ‘salt bilinçten’ ibarettir derken, zihnî fonksiyonlardan söz ediyordum... Nitekim bu saydığım özellikler hep ‘şuur’ türünden, birbirinin tamamlayıcısı olan fonksiyonlardır. Ve bunların hepsini, kısaca ‘bilinç’ kelimesiyle ifade ederiz. Gerçekte ise, akıl ayrı bir özelliktir, hafıza ayrı bir özelliktir, nefis ayrı bir özelliktir! Ama bunların tümü, bilincin öğeleridir.”