“Peki, bu şartlanmalardan da arınabildiğimiz anda gerçek kişiliğimiz ortaya çıkar mı?”
“O takdirde bir işin daha kalır!..”
“Nedir o?”
“Tabiatını terk!..”
“Yani..?”
“Huylarını, alışkanlıklarını terk!..”
“Biraz daha açar mısın?..”
“Huyum bu canım, dersin ya mesela... İşte bu huy dediğin, karakter adını verdiğin özelliklerinden de arınmak gerektir!
Çünkü huy, tabiat adı verilen şeyler, birimsel varlıkları meydana getiren farklılıklardır... Sen ise, birimsel varlığından arınıp, gerçek kişiliğinde yaşamını sürdürmek istiyorsun. Bu ise ancak, birimsel varlığına ait olan her şeyden bilincini tamamıyla arındırmadıkça gerçekleşmez!..”
“Tabiat nedir?”
“Bir şey sana hoş gelir... Niçin?.. Çünkü o şey, senin yapına, varoluş programına, biçimine uygundur... Ve sende, ister istemez, o şeye karşı bir meyil hâsıl olur!.. Böylece sen, o şeye meyledersin... İşte bu ‘tabiat’ denilen birimsel, bedensel özelliklerin sonucudur.
Veya aksini düşünelim... Sen bir şeyden hoşlanmazsın, ondan uzaklaşmak gereğini duyarsın... Ondan uzaklaşma gereğini duyman dahi, gene o şeyin yapına, yani birimsel yapına uygun düşmemesidir!.. Yani, tabiatına uygun gelmemesidir!..
Oysa, izafî yani göresel ve birimsel yapından öte olan, gerçek kişiliğine döndüğün anda, her şeyin ‘ÖZBEN’den olduğunu, ve ‘ÖZBEN’in de ‘Sen’den ayrı bir şey olarak var olmadığını; dolayısıyla hoşlanmak veya hoşlanmamak diye bir şeyin ‘SEN’de meydana gelmediğini, açık seçik müşahede edersin.”
“Burada panteizm çıkmadı mı ortaya?”
“Panteizme göre âlem, var olan parçaların toplamından ibaret bir bütün hâlindedir. Sen de bu âlemin bir parçasısın, der Panteizm!
Oysa burada ise, ‘Sen’ yani ‘ÖZBEN’ asıldır; âlem ise, senin ‘özben’liğinde meydana gelen bir tasavvur, bir hayal!”
“Nasıl, âlem bir hayal mi?”
“Yoo, lütfen bunun üzerinde durma şimdilik!.. Bunu çok daha sonra konuşacağız. Daha çok erken... Aslında bundan bir ölçüde daha önce söz etmiştim... Ama anlayamadın!..”
“Ama ortada var olan, elle tutulup, gözle görülebilen bir şey nasıl hayal olabilir?..”
“Lütfen bir süre için bunun üzerinde durma!.. Ancak, sana şimdilik bir ipucu verebilirim.
Yaşadığın hayata nispetle, rüya âlemi adını verdiğin âlem bir hayal değil midir?..
Rüyada, başka şeyleri elinle tutup, gözünle görmüyor musun? Hatta kokusunu almıyor musun?.. Ve çoğunlukla, o rüyayı yaşama anında, o anın gerçek olmayıp, rüya olduğunu fark edebiliyor musun?.. Çoğunlukla, ancak uyandığın zaman, yaşadığın, gördüğün o şeylerin birer rüyadan, hayalden ibaret olduğunu fark edebiliyorsun!..
Öyle ise, gerçek olarak kabul edip, içinde yaşadığını sandığın şu âleminden, bir başka tür uyanma ile uyandığın zaman, bu yaşamın tamamıyla bir hayalden ibaret olduğunu niye anlamayasın?”
“Sözlerin çok mantıklı... Hatta bir büyük zâtın şu sözü var: ‘İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar!’”
“Peki ‘ölünce uyanırlar’ sözünden sen ne anlıyorsun!.. Maddesel bedenin toprağa dönüşüyle başlayan ‘ölüm’ adını verdiğiniz şeyi mi?.. Yoksa daha başka bir şey mi?”