“Aynı zâtın, bir de şu sözü var... Sanırım ki demin naklettiğim sözüne, açıklık getiren bir söz: ‘Ölmeden önce ölünüz!’... Yani, bedenin toprağa gitmesini gerektirmeyen bir şekilde; bilinen basit biyolojik mânâdaki ‘ölüm’ gerçekleşmeden!..”
“Yani?”
“Demek oluyor ki; bilinen basit şeklinin ötesinde, ikinci bir ‘ölüm’ şekli daha var...”
“Bu takdirde, insanların uyanmasını sağlayan ‘ölüm’ de bu ikinci mânâda anlatılan ve bilinen ‘ölüm’ şeklinin tamamıyla dışında, bambaşka bir şekilde hâsıl olan ölüm değil midir bu?”
“Evet, öyle...”
Burada, uzun süredir sessiz sedasız oturan Gönül söze karıştı...
“İyi ama insan ancak bu ikinci tip ölümle uyanabiliyorsa; ve bu uyanışın normal süregelen ölümle bir alâkası yok ise; bu takdirde, ölmüş kişilerin, pek çoğunun, ölmelerine rağmen uyanamadıklarını ortaya koymaz mı bu durum?..”
Elf cevapladı:
“Elbette!.. İnsanların büyük bir kısmının, bedensel yaşantıdan ayrılmayı gerektiren ölüme rağmen, ikinci mânâda ‘ölmemeleri’ dolayısıyla ‘uyanamadıkları’ ortaya çıkar bundan!..”
“Peki öyle ise, bunlar hiçbir zaman uyanamayacaklar mı?..” diye bu defa Cem sordu... Elf, onu da cevapladı.
“Sizden birinin bu konuda bir açıklaması yok mu?.. ‘Her şey aslına dönecektir’ açıklaması yapılmadı mı size?”
“Yani, herkes neticede bu ‘ölümü’ tadarak uyanacak mı?”
“Bak Cem, gene bilgi şartlanmasına sapıyorsun. Bana bu soruyu soracağına, meselenin özünü idrak ederek, bu sorunun cevabını da kendin ortaya koysan!.. Böylece de idrak suretiyle ilerlemenden, şartlanma yoluna dönüşe geçmesen!..”
“Haklısın Elf!.. Ama görüyorsun ki, yılların şartlanma külünü öyle bir anda savurmak kolay olmuyor.”
“Elbette Cem, içinizden kimler, neler yapmadı bu uğurda... ‘Gerçek ölümü’ tadabilmek kolay değildir!..
Yıllarla, insanlık içinden çıkıp mağaralara mı kapanmadılar; dağlara mı çıkmadılar; çöllere mi açılmadılar; hücrelere mi girmediler... Bütün bunları boşu boşuna mı yaptılar!.. Yoksa deli miydiler?..
Evet, “deli” diyenler oldu çevrelerinde onlara; ama onlar, hiç aldırmadılar ve gerçeğe gittiğine inandıkları yolda tereddütsüz yürüdüler. Ve neticeye erdiler de!..
Ama tekrar halkın içine döndükleri zaman, büyük çoğunlukla erdikleri ‘gerçeği’, olduğu gibi halka açıklamadılar!.. Kimi, pek azından söz etti, kimi de hiç etmedi...
Halkın anlayışına, şartlanmalarına ters düşen bazı ‘gerçek’leri açıklayanlar ise, bunun pahasını çok ağır ödediler... Kimi asıldı; kimi ateşe atıldı; kimi kovuldu; kiminin de derisi yüzüldü! Halk, şartlanmalarına karşı çıkan herkese çok ağır cezalar verdi! Halkın içinde, ancak onların şartlanmalarına uygun bir hayat tarzı sürdürenler yaşayabildi!”
“Peki burada şu soru geliyor akla... Niçin, gerçeği bulan kişi halka ters düşüyor?”
“Halk ister ki, alışageldiği şartlanma düzeni sürüp gitsin!.. Toplumun her ferdi, bu şartlanmaların kurallarına tamamıyla uysun!.. Hâlbuki, gerçeğe eren kişide; ne şartlanma bulunur, ne şartlanmadan doğan değer yargısı, ne de şartlanmalara dayanan bir duygu!..
Bu durumda, o kişinin davranışlarına yön veren tamamıyla aklı ve ilmi olur!.. Bu defa da, daima akla ve ilme dayanan davranışları, toplum kabul edemez ve böylece başlar çekişme!..”
“İyi ama, bu kişi, yaşadığı ortamda, çevreye uyup; buna karşılık iç dünyasında, tamamıyla hür olarak hareket ederse, hiçbir mesele çıkmaz..?”